Vanda’nın Odasında
Yönetmen Pedro Costa, şehrin dışında kalanların ve kabul görmeyenlerin; şehrin sınırında, gecekondularda yaşayan insanların hayatlarını, kurmacanın ve belgeselin arasına gerili bir düzlemde anlatıyor. Filmde bir buçuk yıl boyunca Costa’nın yakalamaya çalıştığı Vanda’nın ve çevresindekilerin gündelik yaşamından kesitler sunuluyor. Bu çarpık yerleşimde, Lizbon’un ucundaki labirentte, yaşadığına veya bir zaman yaşamış olduğuna tanık olduğumuz insanların hayatları uyuşturucu etrafında toplanıyor.
Film başta Vanda ve çevresindekilerin uyuşturucu bağımlılığı ve içinde yaşadıkları sefillik üzerinden işlenen fiziki ve ahlaki çöküşü anlatıyor gibi gözükse de filmin bütününde bir leitmotif (nakarat) olarak sürekli gözümüzün önünde beliren kentsel dönüşüm üzerinden ikinci bir katmanı aralıyor. Üç saate yakın süren filmin sadece son elli dakikasında Vanda ve diğerlerinin kentsel dönüşümden ötürü taşınmak zorunda olduklarını duyuyoruz. Yine de filmin başından itibaren yıkılan evler, yerlerdeki molozlar ve buldozerler, insanların hayatlarını izlerken karşımıza çıkan imgeler oluyor. Bize gösterilenin yalnızca şehrin dışladığı gecekondular olmadığını, aslında kentsel dönüşüm ile sembolik hale gelen yaşantılar üzerinden şehrin ve dolayısıyla modern olanın kendisine atıflarda bulunduğunu anlayabiliyoruz. Vanda ve çevresindekiler, kendi dünyalarına kapalı şekilde değerlendirildiklerinde var olan canlılar iken, gördüklerimiz ve duyduklarımız şehir üzerinden konumlandırıldıklarında şehrin ve şehirlinin neyi ifade ettiğinin belirgileştiği bir yansıma alanına dönüşüyorlar.
Lefebvre, kırsal, endüstriyel ve kentsel olmak üzere üç alandan bahseder. Bu alanların üzerine kurulu olduğu anlamlar ve algılar, savunduğu ve dayattığı ideolojiler ve kurumlar, içinde bulunulan alanın kendisinden yola çıkarak saklandıkları yerden çıkarılamazlar ve aşılamazlar. Ancak alanlar arası geçişte, gözden kaçırılan noktada, yani kör alanları açmamızı sağlayabilir. Kör alan‘ın üzerinde olan şey, araştırmanın anlam kazandırmaya çalıştığı, anlamsız olandır. “Freud’dan önce cinsellik bir gösteren miydi? Evet. En azından Batı kültüründe günah, utanç anlamına geliyordu… Freud’dan önce cinsellik, aynı anda dışlanan, tereddüt edilen, indirgenen, reddedilen (itilen) bir şeydi. Gölgelerin ve hayaletlerin gezdiği, acımasız bir baskı ve temel bir yabancılaşma tarafından kovulan kör nokta üzerinde temsil ediliyordu.”1 diyor Lefebvre ve ekliyor, “Kentsel olan (kentsel mekan, kent manzarası) görülmez. Biz henüz onu göremeyiz.” Bu yüzden ona indirgemeci şekilde yaklaşmak durumundayız. Ancak kör alan, içinde bulunduğumuz alanı görebilmemiz için bize yardımcı olabilir. Kör alanı anlamdırabilecek yegane araçlardan biri ise sinema olarak değerlendirilebilir.
“Bu günah. Şehir burayı yıkıyor.”
Costa’nın filmdeki estetik tutumu ve belgesel öğeler ile kurmacayı kaynaştırması, kör alanın açılabilir hale gelmesini ve kentsel alanı görmemizi sağlıyor. Filmde gördüğümüz herkes gerçek kişiler olup kendi gündelik yaşamlarını sürüyor gibi gözükseler de, görüntülerin estetikleştirilmesi bize, kenti kentin bittiği, hayaletlerin başladığı yerde, kör alanda, gecekonduda bulmamıza olanak sağlıyor.
Mekan, algılandığı bilinçte hafıza yaratır. Mahalle, bu sayede, sadece yaşanılan bir yer değil, ortak hafızanın devamını sağlayan bir mecradır. Mahallelerin birbiri üstüne binerek bir kenti oluşturabileceği düşünülürse, evler ve sokaklar, ortak hafızanın sindiği ve yeniden üretildiği kaynaklar haline gelir. Bunu yanı sıra mahallelerin birbiri üstüne binmesi sonucu yarattığı sıkışıklık, ortak hafızanın bulanmasına ve kimliğini kaybetmesine sebep olur, kenti bir biçim olarak doğurur.Kent homojendir. Neyi taşıdığını ve temsil ettiğini farketmeden devinimine devam etmektedir. Şehrin sınırındaki gecekondu, kent formuna geçmemiş (kimliğini yitirmemiş) mahalle ise şehrin içi boş devinimine bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkar. Şehirlinin yaptığı şey, şehirde kaybolup önüne çıkmazken ve sorumluluğundan özgürken, gecekondu şehrin karşısına bir ayna olarak çıkar. Üzerinde yükseldiği ve gözden gizlediğini şehirlinin önüne dizer. Bu yüzden şehir gecekonduyu yok etmek zorundadır.
“Buraya istediğimiz zaman gelebilir miyiz?” diye sorar biri. Başka birinin odasının kapısında dikilmektedir ve küfürlü bir ret alır sorusuna: “Burası benim odam!”
Film boyunca birbiri içine geçmiş evlere, odalara öylesine maruz kalırız ki birinin odama giremezsin diye bağırması bir ironi hissine kapılmamıza sebep olur. Hurdalardan toplanan eşyaları, yasadışı kalınan yerleri, filmdeki kişilerin sahiplendiğini görmek bizi gülümsetir. Bu sahneler, gecekondunun şehrin kör alanı olduğuna dair güzel sahneler. Hurdalara bir fiyat, yerlere bir tapu atandığı vakit işin ironisi kaybolabilir, böylece kentte ki mekanizmanın nasıl işlediğini görebiliriz. Costa gecekonduyu, kentin algıya biçtiği anlamın ideoloji ile kurumsallaşmasının çözündüğü yer olarak karşımıza çıkarıyor.
“Kim olduğunu sanıyor?”
Filmde bu sözü bir kaç kez farklı kişilerden duyuyoruz. Cevap olarak seçilen bu cümle içinde yine ironiyi barındırmaktadır. Costa çekimlerde az ışık kullanarak çoğu kişinin yüzünün seçilmesini engelliyor. İsimler duysak dahi bir yüz gördüğümüz vakit hangi isme sahip olduğundan emin olamıyoruz. Herkesin birbirine benzediği bir mahallede hayata müdahaleye direnişin, saldıranın kimliği üzerinden gerçekleşmesi yine kentten gecekonduya geçen ve zemin olmayan bir kör alanda asılı kalıp anlamsızlaşan bir çok kavramdan biri olarak beliriyor.
“Bu mahalleyi özleyeceğim. Çocukluğum burada geçti.”
Kent ve gecekondu arasındaki ilişki böylesine işlenirken filmin sonlarına doğru Vanda’dan bu sözü duyarız. Bu cümle bize dramatik bir bağlam içinde ulaşmaz. Öncesinde ölen arkadaşlardan bahsedildiğinde de dramın yokluğunu hissederken suratlarda yine aynı yoklukla karşılaşırız. Filmin sonunda şehir, sınırındakini kentsel dönüşüm ile ilhak ederken neredeyse hak iddiasında bulunabileceği şeyi bünyesine katmaktadır. Uzun zamandır modern olanın istilasında olan ortak hafıza biricikliğini kaybetmiştir. Taşındıklarında “Buradakini orada bulamayacak” olsalar da şehrin sınırında yeterince vakit geçirmişlerdir. Hissedemeyecekleri denli uyuşmuşlardır.
Orkun HOŞGÖREN
(Endnotes)
1 Kentsel Devrim, HenriLefebvre. Çeviri: Selim Sezer, Sel Yayıncılık, 2013 (Sayfa 33-34)